27 Nisan 2010 Salı

Düş Fırçası.

Parlatıp, pırıldatıp da gözlerimizin alışmasıyla sevebildiğimiz her özelliğimizin içinde düşlerimiz ne kadar olursa, o kadar sorumsuz oluruz sanki. Söylenenler kimden gelip de kulaklarımızı yontar, kendimizi bildik bileli başka kim bileyebilir ki hayallerimizin teferruatını… Nasıl da izin verdik sadece her parlayanın peşinde gitmekten keyif alanların hayatta önümüze geçmesine. Sorgudan sualden koptukça özdeki gücümüzü çalmalarına izin vermekten yorulduk belki ama sıfır bedene düşürdükçe bizi, koruduk da formumuzu. Soldan esti sağa yattık, sağdan esti şaha kalktık. En saf halimizi bulamayacak olmanın hiddetiyle ayaklarımızın altında kalan ego kırıntılarını da bir güzel harmanladık yerle. Düşlerimizi seçmeden sevdik çoğu zaman, çünkü onlar bizi seçmişti çoktan. Unutuldularsa da, yokluğu artık hiçliğe yeğlediğimizden ayrıklığı ayrılık sanmamızdan unutuldular. Küçük fırçalarla minik hareketlerle de olsa kazındıkça düşler; satırlara sığmaksızın akarını bulup, hayatın kapısından pırıl pırıl karşımıza çıkarak, sadece görmemekten bıkmaya başladığımızda altın oran içindeki yerini alıp parlamaya başlayacaktır. Sonrası ise, kaybolmaya başlayan herşeyin birbirine karıştığı yokluğun bile unutulduğu hiçlikte, "kendi"liğimizden başkası olmamayı hatırladığımız son anın tadını olabildiğince çıkartmaktır sadece.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder