11 Ocak 2016 Pazartesi

Gece.

Gecelerin tadı bambaşkadır. Öyle ya, en önemli şeyler genelde geceleri olur. Düşüncelerin netleştiği anlar da hep geceye aittir.

Daha ciddidir geceler.

Günü geleceğe taşıyan gündüz ne yaptığımız değil, gece ne yapmadığımızdır. Yanlış kararlar ve tek gecelik çıkılan yolların sonu, insanın ağzında tek hayatlık bir bayat küf kokusu bırakır.

Düşünmenin ve gülmenin daha samimi olduğu zamanlardır geceleri, bunu bozacak bir şeyler yapmadığınız sürece.

Düşünüyorum da ne geceleri nasıl atlattım, atlattık. Hatırlarsın belki, çok soğuktu hava ve tek istediğim eve gidip oyun oynamakken (San Andreas) sen de bana biraz sitem etmiştin. Seni bırakmıştım o barda, keyfini bozmak da istememiştim halbuki. Eve tam varacakken siteminle beraber aynı yolu geri dönmüştüm. Karşına çıktığımda da bana sadece şaka yaptığını söylemiştin. İki saatlik gece yolculuğum sadece şakaymış. Olsun, yine de kaç kişinin gece gece yola çıkıp kalp kırmamak için elinden geleni yaptığını gördün ki? Ben de bilmiyordum bunu yapabilir miydim? Öğrenmiş olduk onca sene önce.

Dostluklar gibi besteler de geceleri netleşir, bilirsin. Okunanlar söze, yaşananlar ritme, hisler notaya dönüşüverir. Dönüşümün en muhteşem olduğu zamanlara bir de el çabukluğu karıştı mı, kendiliği'nden ortaya çıkıverir insan. Hiçken var olmanın zorluklarından başlayıp, insanın yok olmaya doğru gittiği zamanlarda, kişinin varlığını kanıtlayan tüm öğeler geceleri çıkıverir yolumuza. Sonra da güneşin doğmasıyla yokluğa karışır, bu da yetmezmiş gibi Haziran yağmurlarıyla denize dökülür.

Hep bir var oluş mücadelesi halini yaşarken; biriken yorgunluğun kelimelere, notalara, uzun cümlelere dönüşmesi yaratıcılığı devinime sokarken, çarkların arasında sessizce gıcırdamaya başlar insanın bütün incelikleri. Kapı gıcırtılarından bile bu yüzden nefret ederiz ikimiz de.

Bu noktada artık tek önemli olan şey hayatta kalma mücadelesidir malum. Zira hayat yaşadıkça anlam kazanacak, o da ölümüne yaşadığımızdan.

22 Eylül 2013 Pazar

Umut.

Düşündükçe geliyor bazı şeyler. Sevilenler için düşününce özellikle. Sevilen "kişi" mi, "kişinin umutları" mı? Kişiler değişse de umutlar değişmiyor. O zaman kişilerin önemi de pek kalmıyor. Zira her farklı insanda aynı umutlar, istekler, arzular yaşanıyorsa, o "kişi"nin "kişiliği" ne kadar anlamlı olup da kıymete binebilir ki?

Umutları seviyor insanlar, insanları hiçleştirircesine. Sahnedeki bir yıldızın kim olduğuna bakmaksızın, sahnede olmasının yeterli olması gibi. Sadece daha kişisel, daha üstü kapalı.

Birbirinin umudu olabilmek ise, gezegen üzerinde yaşayan 7 milyar insan için muazzam bir senaryonun varlığını gösteriyor.

Çılgınlar gibi bir çaba ve koşturmaca hakim. Binbir kanaldan arayış ve kovalamaca, hezimetler ve tadımlık yaşantılara dönüşüyor. Yine de tuhaf bir şekilde bitmiyor bu "umut". Azıcık ötelense, azıcık törpülense insanlar keşke. Kovalamaca, yerini neye bırakırdı çok merak ediyorum. Her hezimetin intikamını almak isteyenler durulsa ve kafalarını kaldırabilseler neler görürlerdi? Sanırım bilmek mümkün değil; çünkü "Umut" her zaman var.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Sevi.

Neleri sevdik de bitti bir kertede,
Sövdüğümüz bir seferde.

Sevemeyiz dediğimiz her şey
Bitiverdi hemen yanıbaşımızda,
Beklemediğimiz her seferde...

Bakarsan geçmişin güzelliklerine,
Ne sevmek
Ne de sevilmek gerçek bu yerde...

30 Nisan 2013 Salı

22 Mayıs 2012 Salı

Sor.

Soru sormak eğlencelidir başlarda. Bu ne anne? Neden öyle? Neden buranın adı bu? Neden biz geldik ki buraya? Ne zaman gidiyoruz buradan?

Hiç değişmedi bu sorular ve sorma biçimleri. Sadece soran kişinin yaşı değişiyor o kadar. Soru sormanın doğasında merak var gibi görünse de hiç olmayan şeylerin varlığını yaşamak ve zihinde canlandırmak ihtiyacı da bir neden aslında. Bilmiyorsunuz çünkü. Bildiklerimizle anlamlandırmaya çalışırken bilinmezi, anlamlarını çözdüğümüzü sanıyoruz bilmediklerimizin. Anlam, bilmekle doğru orantılı değer kazanan bir kavram. Annenizin değeri hakkında bir şey bilmiyorsanız, anlamı yoktur onu sevmenin. Ya da sevgilinizin, sizi seven ama sizin sevmediğiniz kişinin... Bilmenin en güzel tarafı derinlemesine öğrenip de çaba gösterirseniz değerlerin kafanızda oturmasındadır bana göre. Yüzeysel sosyal ağların asosyal yağız delikanlılarında mutluluk aramakla edinilemeyecek ve yerde bulunup da farkına bile varmadan harcanacak üç kuruşun tadınının damakta kalması gibidir. Sevmek de bilgi ile gerçekten anlam kazanabilen bir değer olmasaydı, aynı kafese konulmuş olan maymunların yapabilecekleri şeylerin oranında hayatlar karşımıza çok çıkmazdı, zira yüzeyde kalmak ancak aynı sonucu doğurur.

Sormak güzel şey. Özellikle verilecek cevaplar olduktan sonra. Cevapların yokluğuna maruz kalıp, paranoyaların gölgesinde dilencilik yapar hale geldikçe en dinç zihinler bile kilitlenebilmekte. Verecek cevabı olmayana cevap alabilmek umuduyla soru sorar durursanız sonuç iyice zıvanadan çıkan yılan gibidir, oranızı buranızı eşeler, sonra içinizde bir yerde yaşamaya başlar, acıktıkça bir ısırık almak için harekete geçtiğini karnınızın içinde hissedersiniz. Uzaklık iyidir bu yüzden, cevap alamamaktansa, soru sormamayı yeğler hale gelirsiniz. Umduğunuzu değil bulduğunuzu sindirmeye başlarsınız.

Sokak.

Sen sanıyor musun ki o yürüdüğün sokak bomboş ve kasvetli diye hiç orada anılar birikmemiş, yaşanmışlıklar olmamış olsun. Sen biliyor musun, orada kimler ayakkabılarının altını sürüyerek yürüdü, sakızlar yapıştığında tabanını temizledi ve o sırada içten içe küfürleri sıraladı?

El ele gezmediler mi sevenler o yol boyunca? Kimisi takılıp düşmedi de ona gülen arkadaşları ellerini uzatmadılar mı sanıyorsun? Bomboş olsa da o sokakta hayat vardı bir zamanlar, şimdi sen geçtin, gittin ve hayat yine yüzünü gösterdi sayende. Sokak hep o sokak ama kalanıyla değil, geçip gideniyle meşhur oldu ıssızlığı. Kimimiz sokakları caddeye çevirdik, kimimiz ise ıssızlığın yollarını süsledik çokça kader kesişmeleri ile. Tek yön olmak isterken ters yön ve çıkmaz sokaklara dönüştük. Neyse ki şehir planlamasındaki yerlerimiz geri dönüşü kolay ve başka yollara çıkması da kolay yerlerdeydi.

Sen sanıyor musun ki o sokağın adı, doğumundan beri sana verilen isim olduktan sonra değişebilir? Ne kadar değiştirmek de istesen herkes sokağın ilk ismini bilir. Bir yerden bir yere giden kişi için sadece geçilen bir yerken, sokak için o geçiş bir tören, bir karnaval, bir bayram havasındaki kortejin sıcaklığındadır. Geçen bilmez belki ama ıssızlık, umursamazlığın dokunuşlarıyla inşa edilince, sokak da çıkmazdan başka bir yol olamaz... Çıkmaza girmek ise geri dönüşle sonuçlanır. Hal böyleyken de çıkmaz sokağa girenin tek çıkar yolu, ondan uzaklaşıp, terk etmek olur. Olduğu gibi, olacağı gibi...

9 Mart 2011 Çarşamba

Kimisi birliktelikleriye yaşar, kimisi de bir'lik halinde yaşar.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Şehir.

Şehir değişimlerini sevmek gerçekten kolay. Şehirlerin değişimleri ayrı, şehirler arasında değişim ayrı, bir şehirde değişmek ise apayrı tadlar bırakabilir insanda. Kimi zaman acı da olsa aslında hayatın tadında olmasından mutluluk duymamız gereken şeylerden biridir. Her ne kadar değişimin içinde olsak da değişmemeye de çalışıyoruz. Her şekilde çelişmezsek, belki de kendimizi durdurmazsak ilerde yaşayacağımız pişmanlıklar için yeterince malzememiz olmayacak. Sorsak etrafımızdaki insanlara, pişmanlıklarla dolu bir hayatın planını kimse yapmıyordur. Yine sorsanız değişimlerin sonuçlarından kaçıp, alışkanlıkların yaşatılması için gereken herşeyi yapıyorlardır. Bunu ben de yapıyorum, yaptım ve muhtelemen yapmaya devam edeceğim. Keşke yapmasaydım. Keşke "Yapmıyorum, ileride de kesinlikle yapmaya devam etmeyeceğim" diyebilseydim. Neden bu kaçma eyleminin içindeyiz ki peki? Değişimden kaçmamaya, korkmamaya karar verdikten sonra çok zor olmasa gerek. Sanırım benim kaygılarım, en çok mutlu olduğum yerin kaybolmaması ve bu noktaya yakın oldukça hep o anların hayatımdaki boşlukları dolduracağını düşünüyor olmamdan kaynaklı. Bir kere olan bir daha olmaz mı peki? Ya da bir kere olmayan şey hep olmamaya devam edecek bir olaylar dizisinin mi parçasıdır? Cevabı gayet net olarak hayır. Korkmamaya karar vermekten başka bir çözümün varlığını da göremiyorum. Korkmamaktan çekince duymamak, en güzel rahatlama olsa da her seferinde geç kalıyor yerini almakta. Yine de şehir değiştirmeyi sevdim her zaman olduğu gibi. Şehirler değişti ama ben değişmedim. Yine geç kaldım ve yine pişmanım.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Sergi.

Sergilenmiş bedenime baktım. Pek de beğenmedim ne yalan söyleyeyim. Davetiyeler bedavaydı diye yedi milyar insan toplanmış gelmiş. Beleşten bedenler. Oradaki buradakiyle, şuradaki beridekiyle yan yana üst üste olmuş. Kimsenin umurunda değil. Altta ya da üstte olmak. Beden sergisi bu, başka bir şeye benzemez. Ömürlük bir seyirlikten ötesi yokmuşcasına serinlik ve sermişlik de cabası. Yoklaya yoklaya bulunan bedenlerde sonsuz arayışın nedenlerini tartışırlarken, buruşmaya başlayan bedenlerin kokusundan da kaçılmaya başlanır. Kendiliğinden uzak herkesin sonunda vergi olarak soysuzca soyağacı oluşturma çabasının meyveleri sevilir, sayılır. Torunlar torbalarda büyür, bayramlarda zil takılır oynanır. Uçkurdan kaçan her bir bedene gelecek gözüyle bakılır. Sonrasında bakılan her beden huzur kapısı olmayı bırakıp sonlardaki yerlerini alınca, asıl hayatın gerçeklikteki yeri tam onikiden vurur hedefi.

Sonluk.

Ölümden öncesini düşünemiyorken sonrasını düşünebilmek lüksü nereden geliyor? Yaşayamadan, öldükten sonrasının hesabını yaparken ölüp gitmek daha iyi bir seçenek mi?

Öncesi, Sonrası.

Gecenin bir yarısı sadece sadeliği beklemekle geçiyor. Sadeliğin tek nedeni sadeleşme ile incelen ruhumun sadeliği. Sadece fazla gelen her şeyimi atarken bir kenara, gerçekte ruhumda boşluklar yaratıp ayırıyordum parçalarına. Sanki harcından malzeme çalınmış duvar gibi. Ayakta tutması gerekirken, milim milim devrilmenin dayanılmaz yavaşlığını yaşıyorum. Gitgide çatırdayan bir ruhum var. Onu bir arada tutan bedenim ve kalbimin eksilen taraflarının bıraktığı boşluğun çatırdamaları ta derinlerden duyuluyor. Sonraya bıraktığım herşeyin artık gerçek olma ihtimalleri yok olmanın eşiğinde. Sonralıklarım artık önceliklerim olmaya başlamışken, önceliklerim teker teker kendi mezarlarında ters dönmeye başlamış durumdalar. Sadece ben göremedim orada onları. Göremedim. Çok yakından bakmak körleşmenin en önemli nedenlerindendi, farkındayım artık. İçselleştikçe sevgiler, dıştan akan boş cümleler olarak sessizliğe karşıyorlar. Sonsuzluktaki minik bir nokta ve maddelerin içindeki bir toz tanesinden fazlası değilsek neden bu kadar sahiplenmeye çalışyoruz bazı şeyleri, çok da anlayamıyorum, tanrı sanmamızdan kendimizi belki de. Önceliklerimiz lükslerimizken sonraya bıraktıklarımız asıl ihtiyaçlarımız haline gelmişken, neyin tüketimini yapıyoruz. Hayatın nimetlerinin mi, kendimizin mi? Buradan bakınca tükeniyoruz ama kendimiz de değiliz bunun nedeni, birbirimizi tüketiyoruz, tükendikçe tükenmez bir iştahla yatıyoruz kendi mezarlarımıza inceden. Sonrası yoksa şimdiyle yapacak bir şeyimiz kalmadı gibi sanki.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Yol

Sadece bir yolun olmasını bekleyen herkes gibiyim. Bir seçimim olsun ve o yol en iyisi olsun diye saçma olan bu dileğimin gerçekleşmesini isterdim. Çok basit, bayağı bir düşünce. Zira yine de doğruluğundan bir şey kabetmeden duruyor orada. Değişim hali heyecanlandırıyor, bilmek ihtiyacı artıyorsa zaten, yollar da fazla fazla üzerimize geliyor, biraz da korkutarak sağlamcı tarafımızı deniyor demektir. Çok da önemliydi sanki. Gücümüz yerinde, zekamız keskin, genciz de üstelik. Neden korkup da bu yolların hepsini denemeyelim ki derken buluyoruz kendimizi. Belki de tek yolumuzu, bunca kaosun arasında bulabileceğimizi düşünme naifliğimizden, yalnızca daha iyiyi ararken çokluğun içinde yok olduğumuzun resmini çizmekten öteye geçemeyeceğiz. Denemeden bilemeyiz öyle değil mi? Neden Ortaçağ cehaleti ile huzurlu bir yaşamı kurabilmek mümkün değil ki sanki. Uyan, tarlaya git, çalış, gel yuvana, ailenle zaman geçir, uyu. Şimdi her yerden fikirler akarken gözlerimize, kulaklarımıza, parmak uçlarımıza, kilitlenip bunca sese kulak vermek zorunda kalıyoruz. ‘Sadece yiyip içmeye gelmedik bu dünyaya be’ nidalarını atabilen herkes gibi, zihin felcine uğruyoruz. Yola başladığım gibi devam edebilseydim keşke. Bu durumda durmadan döngüye giren cümle ‘tek yol kendim’ olacaktı belki de. Kendiliğimiz kendiliğinden gelemiyor ki kendimize gelelim. Doğurulmuş bedenimden bir ben yaratmak zorunda kalmak, dünyaya gelmekten çok daha zormuş. Alıştıktan sonra gitmesi ise çok çok daha zor olacak gibi görünüyor. O kadar çaba ve emek boşa gitmeden, kendi yolumu net bir şekilde yaşamanın bir yolunu bulabilmek için çoğu siren şarkılarını duymazdan gelip, kırmızı halı üstünde yürüyen hayalimi unutup, çabasızlık içinde durgunlaşan insanların uyuşukluk dozlarını zerk ettikleri yerlerden uzak durmak en güzeli olacak gibi görünüyor. Milyonlarca çaba ile yaratılan bir hayat ne kadar kıymetsiz olabilir ki?

29 Nisan 2010 Perşembe

Bir Dost.

Sadece kimseyi uyandırmadan yoluma devam etmek niyetindeydim. Sanırım pek beceriksizim bu konuda. İlla ki yaptığım ya da söylediğim bir şey uyandırma servisi gibi iş görüyor. Tek nedeni de bunu yapmadan kılımı bile kıpırdatamıyor olmam. Bir plan mı yaptım, mutlaka anlatmalıyım ki içimdeki sosyallik güdüsü yerini bulsun, sevgiler paylaşılsın büyüsün kocaman olsun, sarsın sarmalasın dünyevi varlıklarımızı. Ne zaman ki yoluma çıkacak olsam, çığırtkanlık yaparcasına yoldan geçene bile belli ediyordum kendi yönümü. Sonunda patlarcasına bir yerlerde planlarımı sakladığım kasam açılıp, saçılıyor ne varsa içinde. Belki de bu sayededir, şimdiye kadar zararı olmayan hayat deneyimlerim çok daha fazla oldu. Her yanıltan planımla beraber, gözüpek bir deneyimi de yaşıyorum. Kendime kuramadığım hayatların mimarı olmaktan sıkılmaya da başlamadım değil. Beklenen fırsatlar çıkar, gezegenler aynı sıraya girer, kozmik güçler devrededir. Yapılacak şey çok basittir bir yerde; yılların birikimi sahnelenecektir. Bu haberle sevinçlenen gözlerden çıkan her kıvılcım döner dolaşır ve gönülde yangın çıkartır illa ki. Sadece mutluyduk halbuki, kapıdan burnumu bir sokup, ortamdaki nefes egzersizlerinin eşliğinde onca ruha bakıp, kendi ruhumdan bahsetmek için can atıyordum. Atılan can geri alınmazmış meğer.

"Eğer Tanrıyı güldürmek istiyorsan, ona planlarından bahset" sözü alaycı ve başımıza gelmesini istediğimiz şeylerin aslında bize gelmeyeceğinden emin olup, bizimle eğlenen bir Tanrıdan bahsetse keşke. Eğlenme hasretiyle neşelenen yüksek ruhların hepsi kendi eğlencesine bizim başarısızlığımızı meze etmekten, kimliğimize saplanan her okla sevinecek olan ve bizim de pek hoş niyetlerle kendimize seyirci seçtiğimiz kişilerdir.

Gerçekte sessizliği bozmak dostlara yönelik bir eylem. Kocaman yürekleriyle yol gösterdiklerinde, fazlasıyla eğlenme potansiyeli olan bir Tanrı karşımıza çıkacak gibi gelir mezecilerin tepkilerinin etkisi olarak. Asla da öyle olmaz. Planlarımın çoğunun bozulmasından eğlenmeyen kim varsa, ömr-ü hayatımın dostlarını da kucaklamaya yol açtıkları için gerçekleşmeyen planlar lütuf olur, sineye çekilir ve güzel anılara sebebiyet verdiklerinden, tatlı tebessümlerin adı olurlar. Kaldı ki hep aynı yerde aynı kişileri buldukça, uzatmamayı da öğrendim hikayeyi, hikaye diyorum çünkü planların hikayeleşmesinden çok, hikayelerin gerçekten yaşananabilmesi için sinsice gıdıklıyorum beynimi, anlatacak hikayelerimiz olsun diye. Sıcaklık sardıysa düşüncelerimi çoğu gece, dostlarımın planlarıma gülmeyip, gülümseyerek bana bakmalarından hep. Onları sevmeyeyim, planlarımı anlatmayayım, kendim olurken defalarca başarısız olsam bile, bir kere de başardığımda bir şeyi yanımda olmaları için yeni bir bahane yaratmaktan keyif almayayım da ne yapayım?

27 Nisan 2010 Salı

Düş Fırçası.

Parlatıp, pırıldatıp da gözlerimizin alışmasıyla sevebildiğimiz her özelliğimizin içinde düşlerimiz ne kadar olursa, o kadar sorumsuz oluruz sanki. Söylenenler kimden gelip de kulaklarımızı yontar, kendimizi bildik bileli başka kim bileyebilir ki hayallerimizin teferruatını… Nasıl da izin verdik sadece her parlayanın peşinde gitmekten keyif alanların hayatta önümüze geçmesine. Sorgudan sualden koptukça özdeki gücümüzü çalmalarına izin vermekten yorulduk belki ama sıfır bedene düşürdükçe bizi, koruduk da formumuzu. Soldan esti sağa yattık, sağdan esti şaha kalktık. En saf halimizi bulamayacak olmanın hiddetiyle ayaklarımızın altında kalan ego kırıntılarını da bir güzel harmanladık yerle. Düşlerimizi seçmeden sevdik çoğu zaman, çünkü onlar bizi seçmişti çoktan. Unutuldularsa da, yokluğu artık hiçliğe yeğlediğimizden ayrıklığı ayrılık sanmamızdan unutuldular. Küçük fırçalarla minik hareketlerle de olsa kazındıkça düşler; satırlara sığmaksızın akarını bulup, hayatın kapısından pırıl pırıl karşımıza çıkarak, sadece görmemekten bıkmaya başladığımızda altın oran içindeki yerini alıp parlamaya başlayacaktır. Sonrası ise, kaybolmaya başlayan herşeyin birbirine karıştığı yokluğun bile unutulduğu hiçlikte, "kendi"liğimizden başkası olmamayı hatırladığımız son anın tadını olabildiğince çıkartmaktır sadece.

Mesai.

Sadece sabah uyanıp da sıcacık yatağımızdan kalkmak, bir de üstüne bulunduğunuz mekanı cicili bicili bir şekilde terkedip, daha çok cicili bicilinin arasına karışmak zorunluluğunu yaşamak, sıkıcı olduğu kadar kariyerin hedefidir de; sizi kalıplar arasında itip kakmak.

Her kariyer sıkıcı düzenlerini size getirse de, kariyersizliğin yersiz hayat deneyimlerine yer açtığını görmek daha üzücü gelebilir. Kararsızlıktansa en kötü kararı vermek sırf bir karar olabildiği için kıymete biniyor, kabul. Ya kararsızlık en güzel kararları verebilmek için kuluçka döneminde olduğumuzun en güzel kanıtıysa ve ıskaladıysak ne olacak? Durgunluğun vurucu etkisini yaşamadan "olmasa da olurdu" diyebileceğimiz kararların izindeyiz ve artık durgunluğa girmek, lüksün daniskası olmaya başlayıp, ağırlaşıp boynumuzdan sarkan kravatlarla, fularlarla kıyafetimizin ayrıntılarında kendi gördüğümüz ama asla başkasının bilemeyeceği aksesuarımız olacak gibidir. Değişimin bakiliği, kararların kaypaklığına zamansız bir hareketle üstün çıkacaktır elbet ama tek şartla; her sabah uyandığımızda, gözümüzü kendiliğimize çevirmekle olacaktır bu. Yolun anlamı o yolu gitmek değil, başlangıçta neden o yola girildiğini unutmamaktadır, bu da kabul. Soru şu ki; aklımızda kalanlar yolun ta kendisi olmaya başlarsa, biz kim oluruz?

26 Nisan 2010 Pazartesi

Evrim.

Evrimin içindeyiz. Zira evrimleşen kulaklarımız, burnumuz yahut kullanılmayan uzuvlarımızın körelmesi evrimden sayılmaz, çünkü en fazla zamanla kaybederiz elimizdekini. Kazancımız ise sadece gelişimin tek öğesi zekamızı kullanma becerisidir. Kimi beceriksizce harcar kredisini, kimi kredisi bitmiş halde harcanır.

Kişiliğimizin geliştiği her anın sorgusunda evrimleşme tamamlanacakmış, yaptığımız herşey bizi nihai cevapları bulmaya götürecekmiş gibi derin bir nefes alıp yastıklarımıza sarılıp, keşfetmeyi bırakıp icat etmeye başlayacağımızın hayalleriyle uyku haline gireriz. Sonuçta her yeni keşif, bizi farklılaştıracak; her bir karede minik farkları bulabileceğimiz yeni fotoğraflarımızı çekip başucumuza asacaktır. Araları atlasak ve ilk fotoğraf ile son fotoğrafı karşılaştırsak, aynı insanı görme olasılığımız nedir ki?